Ana içeriğe atla

BEN GİDİYORUM (AVARE YAZILAR-1-)


                                                                         

            Hafakanlar sarıyor beynimi...ansızın gelen arsız bir misafir gibi...nasıl davranacağımı şaşırıyorum. Şaşkınlığım geçmeden bir el yapışıyor yüreğime, mengene gibi. Sıkıyor... Sıkıyor...Daralıyorum.
            Sanki nefesim içime sıkışıp kalmış...Aldığım nefesleri vermekte zorlanıyorum...Bir yumruk gibi boğazımı tıkıyor...
             Ne? Nasıl? Niçin? Neden? Kim? Ne zaman? Nereye? Nereden? Kiminle? Kimsesiz...yalnız...çaresiz... Hissiz, hareketsiz...
            Bir ışık, saran sarmalayan...Bir el, tutmak için...Bırakmamak üzre uzanan...Bir çıkış, bu hafakanlardan, bir kurtuluş....Aranıyorum...
           Can havliyle yapışıyorum, yüreğimi mengene gibi sıkan o ele. Soğuk, buz gibi...var gibi... yok gibi...Birer birer açmak için parmaklarını çabalıyorum...Yüreğimi daraltan bu el neyin nesi, kimin bilmiyorum. Bazen bir yüz belli belirsiz görünür gibi oluyor, sisler içinde.Ama kim?...bir bilebilsem...
           Soru işaretleri dolduruyor her yeri...Sayısız sorular. Ne yana dönsem birine çarpıyorum. Bir pencere ya da bir kapı bulsam diyorum. Açıp avazım çıktığı kadar haykırsam... O da ne ... Bir pencere görüyorum..Ama ...ama yüreğimi tutan el onu da tutmuş...Daha bir daralıyorum...Nedir bu? Çıkmaz bir sokakta sıkışıp kalmış gibiyim. Sağım solum, önüm arkam sobe. bir çocuk oyunundayım şimdi...Ebe ben, saklanan ben, sobelenen ben...Tek kişilik bir oyun benimkisi...
          Bir yolunu bulup çıkmalıyım bu yerden, üzerime yağmadan geçmişin külleri. Kapıyı arıyorum telaşla... koşuşturmalarım sonuçsuz kalıyor.Boğuluyorum, hayır çıldırıyorum.Hangisi daha iyi diğerinden? İt gibi ısırıyor bu soru beynimi...gözlerim kararıyor aniden sanıyorum... Ama bir tünelmiş karşımda duran. Kaçmak için bu yerden koşuyorum karanlığa doğru düşüncesizce. Sanrılarımın ve zannetmelerimin ardına düştüğüm gibi.
          Ayak seslerime eşlik eden kahkahalar kendime getiriyor beni. Ağzı kulaklarında yüzlerce  yüz beliriyor tünelin duvarlarında. Kulaklarım kahkahalardan sağır olacak sanıyorum. Nasıl da gülüyorlar böyle.. Yürağimi tutan el biraz daha sıkıyor yüreğimi. Kalbim ha durdu, ha duracak...bu gözler de nereden çıktı şimdi? Bakmayın bana öyle...Hem kaç tane gözünüz var sizin? Kahkaha sesleri kesiliyor aniden. Uçsuz bucaksız bir sessizlik dolduruyor tüneli...Sadece gözler var duvarlarda... Yok yok sadece gözden ibaret yüzler görüyorum sayısızca...
        Gözlerimi kapatıp koşuyorum kaçışlarıma...Ansızın öyle bir şeye çarpıyorum ki, çok yumuşak, ama canım çok yanıyor. Açıyorum gözlerimi; karşımda içinde fırtınalar kopan, şimşekler çakan bir bulut. Yaşam gibi...Tünelin çıkışını kapatmış. İçim isyanla doluyor; ne olacaksa olsun diyorum...Ölmek ve ölmek arasında tek şıkla bir tercihle karşıkarşıyayım artık...Seçeneğim "nasıl" la sınırlı...bitiş noktası burası galiba diyorum...gözlerimi kapatıp yeniden dalıyorum bulutun içine....
        Karanlık ve boşluk.... Düşüyorum... Düşüyor...Düş...kahkahalar, yüzler, gözler, sorular, yüreğimi tutan el, sanrılarım, hafakanlarım...hepsi birden uzanıyor tutmak için beni. Dehşetle düştüğüm yerden kaçmaya devam ediyorum.Arkamdan  binbir ayak sesleri, dönüp bakıyorum bir an. Bütün geçmişim ayaklanmış ardımdan geliyor... Kim söylemişti, ya da nereden öğrenmiştim" kaçmakla kurtulunur" diye. "Yalancı!!!!" diye bağırıyorum, "Yalancı!!!"
Devasa bir el kesiyor yolumu sonunda.Kocaman bir yumruk karşımdaki. Yoruldum kaçmaktan, tükendim...dizlerim titriyor...olduğum yere çöküyorum. Başıma inmesini bekliyorum o yumruğun " başıma insin ve beni bir vuruşta toprağın altına göndersin " diye bekliyorum. Ama o el bir yer işaret ediyor bana; şahadet parmağını göğe kaldırmış.Birer basamak gibi kullanıyorum diğer parmakları...Yerin dibine geçmeyi beklerken, göklere yükseliyorum, beklentilerimden azade...
"BEN" den başka herşey yeryüzünde kalıyor...
 BEN GİDİYORUM...
KALANLARA SELAM OLSUN...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aklımıza Kuş Kondu

Renklerin ahengini yitirmiş her kapıda Hüznümüz çiçek açar, sararırdı çehremiz. Bir bakışa ram olup, sürüklenen gövdemiz Mevsimler geçirirdi, bir an kadar zamanda. Heyulalarla süslü, kalbi kırık uykular Kuyu gibi yastıklar, rüyamızı emerdi Rabbin keremi bize; her rüya bir emeldi Örtünce üstümüzü yorgan gibi duygular Sonsuzluk çeşmesinden içmenin acısıyla Sinemizde gün batar, ay solar, dert üşürdü Bilmedik bu sevdayı bu gönle kim düşürdü Aklımıza kuş kondu, sevdanın sancısıyla Umut zehir zemberek, hicranımın yanında Zamanın nabzındayım, korkmuyorum yarından Dönsün dünyanın çarkı, usanmadan durmadan Ben yolcuyum sevgili, sen azıksın yanımda Yıldızların altında buğdaylar kadar sarı Sararan rüyamızı çalardı eşkiyalar Kalırdık çırılçıplak, utanırdı uykular Düşünürdük bu yolun bir de sonu olmalı.

ÇOCUK NEDİR?

                  Tuhaf bir soru oldu, öyle değil mi?       Sanki bilinmez bir şey miş gibi...          İşin aslı ben bu soruyu yazarken "bilinmez bir şey" değil de "yanlış bilinen bir şey" olduğu nu düşündüm. Bir çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğini zanneder. Zannetmek diyorum, zira kişinin bildiğini sandığı şeyler dayanaksız olunca başka bir kelimeyle ifade edilemez.        Benim lügatimde çocuk," mucize"dir. Dünyanın hala dönmesine sebeptir, çünkü her doğan "mucize" bir umuttur. Umut, yaşamın kaynağıdır. Yaşam kaynağının yok olduğunu, ya da yanlış tüketildiğini bir varsayın... Ben, çocuk dediğimiz bu yaşam kaynağımızın yanlış tüketildiğini varsaymıyorum, çünkü eminim! Dünyadaki tüm sorunların temelinde yatan en birinci sebep bu yanlışlıktır. Bu yanlışlığa hala devam ediyor olmak, daha büyük bir yanlıştır. Böyle düşünmemin gerekçesi ise hepimizin bildiği ama sık sık unuttuğu bir keyfiyet. “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, an

Eric Johnson