Ana içeriğe atla

BEN BU OYUNDAN ÇEKİLİYORUM

                                   

      Bir kaç gün önce, bir kaç eş dostla birlikte dışarı çıkmıştık. Oturduğum yer, İstanbul'un en sakin semtlerinden biriymiş gerçekten. Bu gezinti bana bunu bir kez daha ispatladı. Güya hava almak, hoş vakit geçirmek amacıyla çıkmıştık ama ne mümkün! Hava almak yerine havamızı aldık desek yeridir. Hafta içi olmasına rağmen birine değmeden yürünmeyen cadde ve sokaklar, tıkabasa dolu ve bunca insan bunca boş zamanı nasıl bulmuş dedirtecek kadar dolu kafeterya ya da lokantalar ve bu insanlar paralarını ne yapacaklarını şaşırmışlar dedirtecek kadar dolu dükkanlar...
      Ben bu semti, lise yıllarından beri bilirdim. O zamanlar da İstanbul'un en hareketli yerlerinden biriydi, ama gördüğüm şu son manzara; İstanbul'a bir şeyler oluyor, dedirtecek cinstendi. Normal değil, hiçbir şey normal değildi. Daha sonraları dikkat ettim de sadece Kadıköy değil, sadece İstanbul değil, sadece Türkiye değil, tüm dünyaya bir şeyler oluyormuş!Doğrusu bu "oluşumu" n farkındaydım ama tahribatının bu kadar hızlı olacağını kestirememişim.
      Ne insanların çalışma şekli, ne yeme içme şekilleri, ne de gezme dolaşma, ne alış-verişleri...Hiçbiri normal değil. Kendimi bu topluluktan şöyle bir soyutlayarak, uzaktan bakmaya çalıştım; ruhumun daraldığını ve yorulduğunu hissettim. Bir an önce evime dönmek istedim. Kaç gün oldu ama hala düşündükçe daralıyorum. Ben öyle çok sessiz sedasız bir yaşamı seven tiplerden biri değilim ama bu cidden çok fazla. Hiç bir normal insanın bunu benimseyebileceğini sanmıyordum. Galiba  bu da benim sanrılarımdan biriymiş sadece. Neler oluyor ve nasıl bu hızda bir değişim yaşanıyor ve nasıl oluyor da insanlık, bu altüst eden değişime bu kadar kolay ayak uydurabiliyor? Bu sorular beynime hücum edip duruyor; doğrusu cevaplarından ürktüğüm sorular bunlar. Hatta cevaplarını duyma konusunda emin bile değilim.
      Bu durumun küreselleşen dünyanın, adeta tek bir köy haline gelen dünyanın kaçınılmaz akibeti olduğu malum. Küreselleşmeden bahsederken benim aklıma gelen ilk şey; kültürel daralma oluyor artık. Ve bu daralmanın insanlık üzerinde oluşturduğu, darlanma! Tek tip ve tek kültürün hakim olduğu bir dünya: Sıkıcı bir dünyadır. Çok renkli bir tabloyu kıskanan birisinin, eline geçirdiği tek renk bir boyayı tablonun üzerine akıtması gibi adeta. Arada bazı renk ve desenler kalsa da artık başka bir şey olmuş bir tablo o. Dünya da aynı o tablonun akıbetini yaşıyor: evet dünya ama artık başka birşey o.
      Bizler dünyayı oyuncak etmek için gönderilmedik dünyaya. Ne dünyayı oyuncak etmek için geldik, ne de dünyanın oyuncağı olmak için. Bizler dirlik, düzen ve sükunet içinde bize verilen zamanı kullanarak, dünyayı bizden sonraki nesillere daha iyi bir şekilde teslim etmek için geldik. Yaradanın bize bu konuda yardımı, desteği ve yol göstericiliğiyle bunu yapabilmek çok kolay, ama maalesef biz insanoğlu işi çığrından çıkarmayı başarırız her daim. Yine işlerin çığrından çıktığı bir dönemdeyiz. Böyle dönemlerin sonu , akibeti malumdur aslında.  Fakat sebeb-i hikmeti bilinmez nedir, bu tekrar etmesi gereken bir süreçtir sanki.
       Endişeliyim, öyle çok endişeliyim ki, uykularım kaçtı. Huzuru ara ki bulasın. Hayallerimin, umutlarımın son çırpınışları. Güven duygusunu yitirdim. Sabır, hoşgörü...taze bitti. Çok mu karamsarım acaba diye soruyorum kendime: İçimden yükselen ses ise: "hayır!" diyor. Yıllar önce bir dergide Çin'de çekilmiş bir fotoğraf görmüştüm. Koca bir atölye dolsu karıncalar misali çalışan insanların fotoğrafıydı; çok ürkmüştüm. Çünkü o fotoğrafta insanlar vardı ama, o manzaranın insanca bir tarafı yoktu. Yine aynı hissi duyuyorum ve bu beni dehşete düşürüyor. Ve sürekli soruyorum: nasıl, nasıl, nasıl? diye. Sebebi bulmak, çareyi de bulmayı kolaylaştırır kanaatindeyim. Benim bu hislerimi paylaşan birilerinin olduğunu bilmek zorundayım. Bu belki kalbimdeki umut ışığını canlandırır. Belki yapılabilecek bir şeylerin kaldığına inanırım. Belki birileriyle elele vermek beni ayağa kaldırır tekrar. Yoksa?!
        Ben bu oyundan çekiliyorum...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aklımıza Kuş Kondu

Renklerin ahengini yitirmiş her kapıda Hüznümüz çiçek açar, sararırdı çehremiz. Bir bakışa ram olup, sürüklenen gövdemiz Mevsimler geçirirdi, bir an kadar zamanda. Heyulalarla süslü, kalbi kırık uykular Kuyu gibi yastıklar, rüyamızı emerdi Rabbin keremi bize; her rüya bir emeldi Örtünce üstümüzü yorgan gibi duygular Sonsuzluk çeşmesinden içmenin acısıyla Sinemizde gün batar, ay solar, dert üşürdü Bilmedik bu sevdayı bu gönle kim düşürdü Aklımıza kuş kondu, sevdanın sancısıyla Umut zehir zemberek, hicranımın yanında Zamanın nabzındayım, korkmuyorum yarından Dönsün dünyanın çarkı, usanmadan durmadan Ben yolcuyum sevgili, sen azıksın yanımda Yıldızların altında buğdaylar kadar sarı Sararan rüyamızı çalardı eşkiyalar Kalırdık çırılçıplak, utanırdı uykular Düşünürdük bu yolun bir de sonu olmalı.

ÇOCUK NEDİR?

                  Tuhaf bir soru oldu, öyle değil mi?       Sanki bilinmez bir şey miş gibi...          İşin aslı ben bu soruyu yazarken "bilinmez bir şey" değil de "yanlış bilinen bir şey" olduğu nu düşündüm. Bir çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğini zanneder. Zannetmek diyorum, zira kişinin bildiğini sandığı şeyler dayanaksız olunca başka bir kelimeyle ifade edilemez.        Benim lügatimde çocuk," mucize"dir. Dünyanın hala dönmesine sebeptir, çünkü her doğan "mucize" bir umuttur. Umut, yaşamın kaynağıdır. Yaşam kaynağının yok olduğunu, ya da yanlış tüketildiğini bir varsayın... Ben, çocuk dediğimiz bu yaşam kaynağımızın yanlış tüketildiğini varsaymıyorum, çünkü eminim! Dünyadaki tüm sorunların temelinde yatan en birinci sebep bu yanlışlıktır. Bu yanlışlığa hala devam ediyor olmak, daha büyük bir yanlıştır. Böyle düşünmemin gerekçesi ise hepimizin bildiği ama sık sık unuttuğu bir keyfiyet. “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, an

Eric Johnson