Ana içeriğe atla

HESAPLAŞ-AMA-MA....


                                
        "Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekiniz." Bu hadis-i şerifi duyduğumdan beri düşünüyorum, nasıl yapsam diye. Her an her saniye aklım bununla meşgul.İnsan kendini nasıl hesaba çekmeli?..Bunun yöntemi nedir?... Kendimin açılımlarını düşünüyorum, öyle karmaşık ki..hangisinden başlayabilirim, hangisi diğerinden daha mühim, bu konu da dahi çok kararsızım.
        Ama bir şekilde bunu yapmanın bir yolunu bulmalıydım. Kendimin açılımlarını sıralamayla işe başlasam diye düşündüm. Beni ben eden şeyler nelerdi mesela? Önce bunları tesbit etmeliydim. Öncelik hangisinin? Galiba; sevgimin. Sonra nefretim.Sonra  anlayış- anlayışsızlık. Öfke- sukunet. Kin- bağışlama. Dürüstlük- yalan. Önyargı- sabır. Adalet- hiyanet. Hoşgörü- tahammülsüzlük. Tevazu- kibir. Kıskançlık- güven. İlim- cehalet. Aşk- gaflet. Say say bitmiyor, öylesine uzun ki listem.
         Ben, beni ben yapan bütün bu özelliklerimi sayıp dururken bir anda, hiç beklemediğim bir şey oldu. Oturduğum oda saniyeler içinde  bir sürü insanla doldu. Öylesine şaşırdım ki anlatamam. Ne oluyor, siz kimsiniz demeye kalmadan, içlerinden harikulade güzellikte biri öne çıkarak beni zerafetle selamladı. Ben hala şoktaydım, ama selamına karşılık verdim hemen. Selamdan sonra: << Beni istemişsiniz, geldim>> dedi. Hoppala...<<Sen kimsin, ben seni tanımıyorum diyecektim ki, diğer misafirlerim de birer birer kaşıma geçip:<< Beni istemişsiniz, geldim>> demezler mi. Aklımı oynatacaktım az kaldı:<< ben ne zaman çağırdım sizi, üstelik hiç birinizi tanımıyorum >> diye bağırdım. Önce hepsi birer adım gerilediler. İçlerinden çok olgun, ağırbaşlı görünen biri öne çıkarak:<< Ama bizi siz çağırdınız ya, hani hesap için>> . Tekrar<<kimsiniz siz?>>diye sordum:<< Biz, siziz>> dedi, aynı kişi. bu arada hepsi bir nizam içinde bir araya toplanmışlardı. Biraz önce söz alan kişi aynayı işaret etti, baktım. Onların aynaya yansıyan görüntülerini göreceğimi sanmıştım, yanılmışım. Aynada iki tane ben vardı. Adeta bir kabusun içindeydim. Bu kadarı da fazlaydı doğrusu. <<Ne istiyorsunuz benden, bu nasıl bir oyun?>> dedim. Hepsi birden gülüştüler. <<Oyun mu>>, dedi aynı kişi<< Ne oyunu, bu bir hesaplaşma>>. Daha sonra bu cevabı verenin<<Cesaret>> olduğunu öğrenecektim.
        Başımı ellerimin arasına aldım, gözlerimi sımsıkı kapattım, içimden üçe kadar saydım ve açtım gözlerimi. Yok hayır, herkes hala burada. İçlerinden çok ukala duran biri, <<Hayret bişey hem çağırıyorsun, hem tafra yapıyorsun, ne iş?>> dedi, şaşkınlığımı daha da arttırdı. Yavaş yavaş neyin içinde olduğumu idrake başlamıştım. Bu kendimle hesaplaşma istediğimden doğan bir boyuttu ve ben bu hesaplaşmayı yapmak zorundaydım. Biraz kendime çeki düzen verdim. Geçip karşılarına oturdum. Onlara da uygun buldukları herhangi bir yere oturmalarını söyledim, itaat ettiler. Önce şu ukaladan başlasam iyi olacaktı. Önce sizleri tanımak istiyorum diyerek, o ukalayı işaret ettim, sizden başlayalım, buyurun dedim. Bu tercihim onu daha da havaya soktu. Şöyle biraz daha yayıldı oturduğu yere:<< Benim adım: Kibir>> dedi, titredim. Şimdi anlaşılıyordu bu havaların sebebi. Ama ben kibirli biri değildim ki. Bunda bir yanlışlık var. <<sen niye geldin ki?>> bu soruyu beklemiyor olacak ki çok şaşırdı, << sanki ben meraklıyım buraya gelmeye, çağırmasaydın>> dedi küstahça. <<Ama>> diyecek oldum, lafı ağzıma tıktı:<< ne o kendinde beni görmek hoşuna gitmedi mi>> dedi. <<Öyle ya sen mükemmelsin, bense mükemmeliyeti bozan bozgucu, peh>> diye devam etti. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sandım. O ilk gördüğüm harikulade güzellikte olana döndüm:<<peki siz kimsiniz?>> diye sordum şaşkınlıkla:<<Sevgi>> dedi. Bilge görünümlü olan kendini <<Yürek >> diye tanıttı. Bilimadamı kılıklı olansa kendine<<Akıl >> diyordu. Pejmürde , zavallı biri vardı<<Ben Sabır>> diye tanıttı kendini. Çok süslü fakat kötü görünümlü olansa<<İstek>> miş. Deli deli ortalıkta dolanansa: <<Tahammül>> dedi kendine. Hele biri vardı, her an patlayacak bir bomba gibiydi:<<Öfkey>>miş. Çok sakin , güleç yüzlü olansa:<<Hoşgörü>>.  Hele de siz<<Tevazu>> yu görmeliydiniz, bir deri bir kemikti sanki. Ama İçlerinde Işıl ışıl parlayan, hükümran edalı biri vardı, biraz güçsüz görünse de sanki diğer hepsini etki altına alan bir hali vardı:<<Aşk>>.  Birinin bakışlarından fena halde rahatsız olmuştum: <<Nefret>>miş. Heybetli görünüşüyle saygı uyandıran da:<<Adalet>>.
          Bu minval üzere herkes kendini tanıtıyordu. Bense zaten hallerinden kim olduklarını aşağı yukarı tahmin ediyordum. Henüz sadece kim olduklarını öğrendiğim, iki çift laf etmediğim halde gördüklerim canımı çok sıkmıştı. Zaten hallerinden ben anlamıştım anlayacağımı. Ne kadar zaman başım ellerimin arasındaa bekledim bilmiyorum. Anlaşılan biraz fazla kalmışım ki,her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Benim keyfimi daha fazla beklemek istemiyorlardı haklı olarak. Beynim öylesine zonkluyordu ki, bugüne kadar böyle bir sızı yaşamamıştım doğrusu. <<gidin>> dedim, sadece <<gidin>>. Odayı bir uğultudur aldı, isyan ediyorlardı, benim onlardan değil onların benden soracak hesapları vardı aslında...Suçlu bir çocuk gibi oturduğum yerde daha fazla küçüldüm. Ben ne yapacağımı düşünrken gür bir ses uğultuyu kesti:<<Tamam arkadaşlar, görünen o ki, burada daha fazla durmamızın bir anlamı kalmadı>> dedi. Bu sesin sahibi:<<Anlayış>>tı. <<Merhamet>> ve <<Hoşgörü>> de onu desteklediler. En büyük destekçim se <<Aşk>> oldu. Arkadaşlarına sadece bir el işareti yapması yetti, hepsi arkasından gittiler...
         Bütün bu yaşadıklarımdan sonra kafam çok karışmıştı, benliği ayağa kaldırmaktan ziyade yerli yerine oturtmanın ne kadar zor olduğunu anladım. Anladığım bir şey daha oldu bu hesaplaş-ama-madan sonra: Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...Olmamalı da zaten...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aklımıza Kuş Kondu

Renklerin ahengini yitirmiş her kapıda Hüznümüz çiçek açar, sararırdı çehremiz. Bir bakışa ram olup, sürüklenen gövdemiz Mevsimler geçirirdi, bir an kadar zamanda. Heyulalarla süslü, kalbi kırık uykular Kuyu gibi yastıklar, rüyamızı emerdi Rabbin keremi bize; her rüya bir emeldi Örtünce üstümüzü yorgan gibi duygular Sonsuzluk çeşmesinden içmenin acısıyla Sinemizde gün batar, ay solar, dert üşürdü Bilmedik bu sevdayı bu gönle kim düşürdü Aklımıza kuş kondu, sevdanın sancısıyla Umut zehir zemberek, hicranımın yanında Zamanın nabzındayım, korkmuyorum yarından Dönsün dünyanın çarkı, usanmadan durmadan Ben yolcuyum sevgili, sen azıksın yanımda Yıldızların altında buğdaylar kadar sarı Sararan rüyamızı çalardı eşkiyalar Kalırdık çırılçıplak, utanırdı uykular Düşünürdük bu yolun bir de sonu olmalı.

ÇOCUK NEDİR?

                  Tuhaf bir soru oldu, öyle değil mi?       Sanki bilinmez bir şey miş gibi...          İşin aslı ben bu soruyu yazarken "bilinmez bir şey" değil de "yanlış bilinen bir şey" olduğu nu düşündüm. Bir çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğini zanneder. Zannetmek diyorum, zira kişinin bildiğini sandığı şeyler dayanaksız olunca başka bir kelimeyle ifade edilemez.        Benim lügatimde çocuk," mucize"dir. Dünyanın hala dönmesine sebeptir, çünkü her doğan "mucize" bir umuttur. Umut, yaşamın kaynağıdır. Yaşam kaynağının yok olduğunu, ya da yanlış tüketildiğini bir varsayın... Ben, çocuk dediğimiz bu yaşam kaynağımızın yanlış tüketildiğini varsaymıyorum, çünkü eminim! Dünyadaki tüm sorunların temelinde yatan en birinci sebep bu yanlışlıktır. Bu yanlışlığa hala devam ediyor olmak, daha büyük bir yanlıştır. Böyle düşünmemin gerekçesi ise hepimizin bildiği ama sık sık unuttuğu bir keyfiyet. “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, an

Eric Johnson