Ana içeriğe atla

Eski Bir Hikaye


      Bakıyorum bu aralar yine Ali Bulaç bey ve daha niceleri, "müslüman kadın" kimliği ile ilgili yazıp çiziyorlar. Çok garip bir durum bu. İnsanlıık tarihi boyunca  "kadın" her dönem mesele olmuş. Üzerinde kafa yorulmuş, kadın ne durumda, ne durumda olmalı, ne durumda olmamalı falan filan.Gelin bir güzellik yapalım. Kadın kelimesini çıkaralım lügatlerden, "mesele" diyelim yekten kadın kısmısına! Ali bey ve diğerleri de rahatlasın.
     Ne oluyor kardeşim, önüne gelen benimle ilgili yorumlar yapıp hükümler koyuyor. Ne oluyoruz? Hani "ilim kadın ve erkeğe de farz"dı? Sen ilim sahibi oldun da ben olamıyor muyum? Sen Rabbimin emirlerini anladın da ben anlayamıyor muyum? Ben Rabbimin benim için çizdiği yolu, verdiği izini, koyduğu yasakları ve mübahları anlayamayacak kadar ........mıyım? Susun da biraz biz kadınlar konuşalım.
     Müslüman kadın kimliğinin eleştiri yağmuruna tutulduğu şu durumda bulunmasının altında müslüman erkeğin "çabaları" var. Amiyane bir söyleyişle:" hiç kimse yan çizmesin". Bu bir iddiadır ve sağlam temellere dayanır. Siz suçlayıp dururken kadınları, bilin ki ben de tüm müslüman erkekleri itham ediyorum, Rabbimin müstesna kıldıklarını tenzih ederek.  Bir kız çocuğu olarak dünyaya geldiğimiz ilk günden itibaren, üzerine bir  "Dikkat! tehlikeli madde" yazmadığınız kalan biz kadınlardan söz ediyorum. Sürekli denetlenmesi, uyarılması, size uydurulması ve kullanışlı hale getirilmesi için yüksek çabalar sarfettiğiniz kadından bahsediyorum. Kadınlıktan çıkarıp, sonra kadın gibi davranmasını beklediğiniz kadından bahsediyorum.
     İşiniz ne kadar zor beyler, savaşlar, kavgalar çıkarmak, rızık peşinde çabalamanın adını bile "ekmek kavgası " koyup, kavgaya karışmak, tüm dünyayla uğraşmak yetmezmiş gibi bir de işiniz yoksa kadınla uğraşın. Dünya gibi kadın da bir türlü düzelmedi gitti. Yazık sizlere ve bunca emeklerinize!
     Müslüman kadının hem kadın hem de gerçek bir müslüman olarak yaşayabileceği güzel günler temennisiyle sizlere bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu hikayeyi ben yazmadım. Yıllar önce ya dinledim ya okudum, hatırlayamıyorum. Eksiklik ve yanlışlıklarım için şimdiden özür dilerim. Ama hikayenin konusundan kesinlikle eminim.
     "Eski zamanların birinde Kıbrıs'ta zalim bir kral varmış. Bu kral sadece zalim değil, hem de şehvet düşkünüymüş. Sarayında ki en yakın adamlarının eşlerine kızlarına varana kadar, herkesle birlikte olmanın yollarını arar, önünde sonunda istediğini bir şekilde elde edermiş. Gel zaman git zaman saray erkanından bririnin kızı  ilişmiş bu kralın gözüne ve kızı almaya karar vermiş . Lakin kız zorlu çıkmış, kral ilk kez çaresiz hissetmiş kendini ve kızı taş ocaklarında çalışmaya, sürgüne göndermiş. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra, kral kızın ne halde olduğunu görmeye taş ocaklarına gitmiş. Kız, çalışırken her zaman eteklerini bacaklarını meydanda bırakacak şekilde toplar, öyle çalışırmış. Kralın geldiğini görür görmez eteklerini indirmiş. Bu davranışı askerlerden birinin gözünden kaçmamış. Kral kızda pişmanlık belirtileri görmeyince cezasını ağırlaştırarak ayrılmış oradan. Asker kral ayrıldıktan sonra kıza sormuş: " Aylardır buradasın ve bizim yanımızda kendini hiç sakınmadan çalıştın, ne oldu da kralı görünce eteklerini indirdin?" Kız cevap vermiş:" Bu ülkede kraldan başka erkek yok." Asker şaşırmış:" Ne yani biz erkek değil miyiz?" diye sormuş kıza. " Bu ülkede başka bir erkek daha olsaydı, bugün ben burada olmazdım" diye cevaplamış, kız bu soruyu. Ve ertesi sabah kral yatağında ölü bulunmuş."
                        Bilmem anlatabildim mi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aklımıza Kuş Kondu

Renklerin ahengini yitirmiş her kapıda Hüznümüz çiçek açar, sararırdı çehremiz. Bir bakışa ram olup, sürüklenen gövdemiz Mevsimler geçirirdi, bir an kadar zamanda. Heyulalarla süslü, kalbi kırık uykular Kuyu gibi yastıklar, rüyamızı emerdi Rabbin keremi bize; her rüya bir emeldi Örtünce üstümüzü yorgan gibi duygular Sonsuzluk çeşmesinden içmenin acısıyla Sinemizde gün batar, ay solar, dert üşürdü Bilmedik bu sevdayı bu gönle kim düşürdü Aklımıza kuş kondu, sevdanın sancısıyla Umut zehir zemberek, hicranımın yanında Zamanın nabzındayım, korkmuyorum yarından Dönsün dünyanın çarkı, usanmadan durmadan Ben yolcuyum sevgili, sen azıksın yanımda Yıldızların altında buğdaylar kadar sarı Sararan rüyamızı çalardı eşkiyalar Kalırdık çırılçıplak, utanırdı uykular Düşünürdük bu yolun bir de sonu olmalı.

ÇOCUK NEDİR?

                  Tuhaf bir soru oldu, öyle değil mi?       Sanki bilinmez bir şey miş gibi...          İşin aslı ben bu soruyu yazarken "bilinmez bir şey" değil de "yanlış bilinen bir şey" olduğu nu düşündüm. Bir çoğumuz bu sorunun cevabını bildiğini zanneder. Zannetmek diyorum, zira kişinin bildiğini sandığı şeyler dayanaksız olunca başka bir kelimeyle ifade edilemez.        Benim lügatimde çocuk," mucize"dir. Dünyanın hala dönmesine sebeptir, çünkü her doğan "mucize" bir umuttur. Umut, yaşamın kaynağıdır. Yaşam kaynağının yok olduğunu, ya da yanlış tüketildiğini bir varsayın... Ben, çocuk dediğimiz bu yaşam kaynağımızın yanlış tüketildiğini varsaymıyorum, çünkü eminim! Dünyadaki tüm sorunların temelinde yatan en birinci sebep bu yanlışlıktır. Bu yanlışlığa hala devam ediyor olmak, daha büyük bir yanlıştır. Böyle düşünmemin gerekçesi ise hepimizin bildiği ama sık sık unuttuğu bir keyfiyet. “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, an

Eric Johnson